Felsefi Düşün Sayı: 20 – Sekülarizm, Post Sekülarizm ve Demokrasi / Nisan 2023

Sayı Editörü: Funda GÜNSOY (Uludağ Üniversitesi)

Makalelerin özetleri ve anahtar kelimeleri için lütfen ilgili makalenin ismi üzerine tıklayınız.

MAKALELER

Özet

Siyasal düşünce tarihinde Antik Yunan’da Platon ile başlayıp Modern Çağ’da Benedictus Spinoza’ya gelinceye kadar devlet ya da yönetim biçimleri konusunda “en iyi yönetimin ne olduğu” üzerine süregelen bir tartışma vardır. Platon ve Aristoteles’te insan doğasında bulunan iyi’yi gerçekleştirmek amacıyla düşünülen devlet, Orta Çağ’da insan doğasını kötü olarak nitelemekle birlikte teokratik bir karakterde mutlak bir monarşi olarak düşünülmüştür. Bu devlet ve yönetim anlayışına karşın, ilkin Machiavelli daha sonra Thomas Hobbes -her ne kadar onlar da insan doğasını kötü olarak nitelendirseler de- dünyevi mutlak bir monarşiyi savunurlar. Platon’un filozof-kralına karşın güçlü bir hükümdarın devleti yönetmesi gerektiğini düşünen Machiavelli, bu düşüncesiyle meşru bir zemini olmaksızın dünyevi mutlak monarşiyi savunur. Machiavelli’den geriye kalan bu meşruiyet problemine Hobbes sözleşme yoluyla çözüm getirmeye çalışır. Bu tarihsel izlekten yola çıkan Spinoza ise, söz konusu yönetim biçimlerinden, gerek çoğunluğun yönetimi olması, gerek özgürlükleri savunması bakımından kendisine gelinceye kadar dışlanan demokrasiyi savunur. Spinoza, mutlak monarşiye karşı mutlak demokrasiyi tam da bu dışlanan yönleriyle devletin vazgeçilmez bir yönetim biçimi olarak kendi siyasal düşüncesinin temeline yerleştirir. Düşünce ve ifade özgürlüğünü temel alan onun demokrasi düşüncesi, bir yandan toplumsal hiyerarşileri ortadan kaldıran, diğer yandan teolojik temellerinden arındırılmış modern bir devletin yönetim biçimi olarak karşımıza çıkar. Bu çalışmanın amacı, Antik Çağ’dan Modern Çağ’a gelinceye kadar istenen ve dışlanan siyasal yönetimleri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan devlet biçimlerini incelemek, bu incelemede Spinoza’nın demokrasiyi vazgeçilmez iyi bir yönetim biçimi olarak savunduğunu gerekçeleriyle birlikte açıklamak ve böylece modern devletin kuruluşuna bir zemin hazırlamış olduğunu göstermektir.

Anahtar Kelimeler: İnsan doğası, doğal hak, devlet, monarşi, demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü.

Özet

Bu çalışmada, John Rawls’un laikliğe bakış açısı Halkların Yasası adlı eserinde ele alındığı şekliyle tartışılmakta, ancak öncesinde Bir Adalet Kuramı ve Siyasal Liberalizm eserindeki laikliğe karşı çıkmasının nedenleri ortaya konmaktadır. Rawls, adalet ilkelerini, liberal demokratik değerleri içselleştirmiş, eşit, özgür ve rasyonel vatandaşların içerisinde yaşadığı bir toplumu baz alarak geliştirmiştir. Rawls siyasi liberalizmi, kamusal yaşamın işleyişini sağlayacak bir zemin olarak kurgular. Rawls’a göre laiklik, bir grup vatandaşın sahip olduğu kapsamlı bir doktrin olabilirken, siyasi liberalizm ve çoğulculuk, böyle bir kapsamlı doktrin değildir; farklı tarafların bir arada yaşamasını sağlayacak ve devleti dinlere tarafsız kılacak siyasi çözümdür. Liberal bir toplumda din ve vicdan özgürlüğü devlet tarafından güvence altına alınırken, bireylerin bağlı bulunduğu dinden ve üyesi olduğu cemaatten ayrılma hakkı da güvence altına alınmıştır. Rawls, liberal bir toplumun kurumları için geçerli olan ilkelerin başka toplumsal yapılarda geçerli olmayabileceğini vurgulamaktadır. Buna karşın Halkların Yasası’nda liberal devletlerin iş birliğinin yeterli olmayacağından hareketle, düzgün toplumlar adını verdiği dine dayalı bir yönetim biçimine sahip toplumları da uluslararası sözleşmenin eşit özneleri kılmaktadır. Teokratik devletlerin halklarını da Halklar Topluluğu’na dâhil eden Rawls’un laikliğe olan tutumunu ve mesafesini, uluslararası ilişkiler kuramında da sürdürmesi, hatta laiklikten daha da uzaklaşması, dünyanın diğer halklarının dini baskı altında ezilmesini kabul edilebilir gördüğünü düşündürtmektedir. Rawls, bu devletlerin insan haklarına saygılı olduğunu savunurken, bir dine inanmayanların ve kadınların haklarının çiğnenmesini önemsememekte ve böyle devletleri düzgün devletler sınıflandırmasına yerleştirmektedir. Bu çalışmada, Rawls’un özellikle Halkların Yasası’ndaki laikliğe karşı tutumundan doğan bu çelişkisi gösterilmekte ve laiklik olmadan temel insan haklarının emniyet altına alınamayacağı savunulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Rawls, laiklik, siyasal liberalizm, Halkların Yasası, çoğulculuk, teokrasi.

Özet

Devletin tarafsızlığı üzerine liberaller ve toplulukçular (communitarians) arasındaki tartışma sekülarizm açısından da önemlidir. Yazımız bu çerçeveden değerlendirilme yaparak sekülarizm konusuna yeni bir bakış sağlamayı amaçlamaktadır. Devletin tarafsızlığı tartışmasında liberaller, kişilerin nasıl yaşamaları gerektiğine ilişkin devletin tarafsız olması gerektiğini savunurken, modern devlet yapısını eleştiren toplulukçular devletin ‘ortak iyi’ (common good) kavramına dayanması gerektiğini ileri sürerler. Toplulukçu olduğu düşünülen Alasdair MacIntyre aslında yazılarında hem liberalleri hem de toplulukçuları eleştirerek her iki tarafın görüşleri ile arasına mesafe koyar. MacIntyre’a göre ortak iyiye ancak katılımcı demokrasi yoluyla küçük yerel topluluklarda ulaşılabilir. Modern devlet katılımcı demokratik tartışma ortamından yoksun olduğu için onun belirli bir ortak iyi kavramına dayanması totaliter olması anlamına gelir. Bu yüzden MacIntyre ortak iyi konusunda ikili bir yapı önerir: Devlet düzeyinde ortak iyiye karşı tarafsız olunması gerekirken, küçük yerel topluluklar bazında ise ortak iyi olmazsa olmaz bir koşuldur. Sekülarizm açısından bakacak olursak, ortak iyi kavramını dini bir görüşe dayandıran yerel toplulukların buna göre yaşama hakları olması gerekirken, modern devletin kendisinin seküler olması totaliterliğe direnmek adına zorunludur. Yazımız MacIntyre’ın yerel topluluklar politikasını açıklayıp ona getirilen eleştirileri değerlendirdikten sonra kavramsal olarak bazı yeni açılımlar sağlayacaktır.

Anahtar Kelimeler: Sekülarizm, devletin tarafsızlığı, liberalizm, toplulukçuluk, Alasdair MacIntyre.

Özet

Çocuklar için Felsefe, ilk olarak Matthew Lipman ve Ann Margaret Sharp tarafından çocuklara ve ergenlere felsefi düşünmeyi öğretmek için geliştirilen bir program ve pedagojidir. Bu yaklaşım genellikle demokratik yurttaşlık için değerli bir eğitim biçimi olarak sunulur. Çocuklara demokratik sistem içinde yurttaşlardan beklenen ayırt edici bir özellik olarak eleştirel düşünebilme ve başkalarıyla diyalog kurma becerisi kazandırmak amacıyla geliştirilmiştir. Çalışmamızın amacı, Çocuklar ve Gençler için Felsefe gibi yenilikçi eğitim yaklaşımlarının demokratik yurttaş olabilmedeki işlevselliğini incelemektir. Bunun yanı sıra demokratik yurttaşın içselleştirmesi gereken bir özellik olarak, seküler dünya görüşünün şekillenmesinde bu pedagojinin uygulaması önemli rol oynadığı vurgulanacaktır. Çünkü Çocuklar için Felsefe, öğrencilere kazandırdığı eleştirel düşünme becerisiyle onları her türlü dogmatik anlayışa karşı hazırlamaktadır. Çalışmamızda öncelikle bu pedagojinin felsefi dayanaklarını bulduğumuz John Dewey’in fikirlerine yer verilecek, ardından Lipman ve Sharp’ın Çocuklar için Felsefe pedagojisinin gelişim serüveni bu pedagojinin işlevselliğine en önemli delilleri sunması bakımından aktarılacaktır. Son olarak, şayet birbirimizle demokratik bir sistemde yaşayan demokratik yurttaşlar olarak karşılaşmak istiyorsak, Çocuklar için Felsefe metodunun eğitim sürecine dahil edilmesi gerektiği gösterilmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Özerk düşünme, felsefe, eğitim, demokratik yurttaş, P4C.

Özet

Son birkaç on yılda, din ve siyaset, sekülerlik ve post-sekülerlik üzerine artan tartışmalar, devletin yeniden ve bu kez daha çok siyasi ilahiyat ve sivil din gibi başlıklar altında gündeme gelmesini sağlamış bulunuyor. Modern devletin teolojik arka planını, modern siyaset düşüncesinin saklı kalmış teolojik katlarını faş etmeye dönük ilgiler, devlet sorununu bu yeni bağlam içinde işleyebileceğimiz imkânlar oluşturuyor. Belki de post-seküler durumun en çarpıcı tezahürlerinden biri, devlete karşı siyasi ilahiyat girişimlerinin geri dönüşüdür. Bu makale, Alasdair MacIntyre ve Wael B. Hallaq örneklerinde, etiko-teolojik esaslara dayanarak devlet-karşıtı bir siyaset düşüncesi geliştirmeye dönük teşebbüslerin imkân ve sınırlarını konu ediyor. MacIntyre, After Virtue (Erdem Peşinde) ve sonrasındaki çalışmalarında, Thomasçı-Aristotelesçi Hristiyan düşünce geleneğini bazı Marxist ögelerle eklemleyerek devleti paranteze alan bir tür cemaatçi-mahalli siyaset anlayışının koşullarını araştırırken, Hallaq, The Impossible State (İmkânsız Devlet) kitabında, İslam hukuk tarihi ve doktrinine dair daha önce yaptığı çalışmalardan hareketle İslami normatifliğin merkezinde modern egemenlikle bağdaşmayan bir yasa fikri ve pratiğinin bulunduğunu vurgulayarak devletin neden İslami olarak “imkânsız” bir seçenek olduğunu göstermeye çalışır. Farklı düşünce geleneklerini takip eden bu iki yaklaşımın ortak paydası, ahlaki olanı merkeze almalarıdır. Bu itibarla, politik olanı ahlaki bir temelde kurmanın imkân ve zorlukları hakkında da fikir verirler.

Anahtar Kelimeler: Devlet, post-seküler, siyasi ilahiyat, MacIntyre, Hallaq.

Özet

Politik teolojinin ne anlama geldiği sorusundan hareket eden bu makale, politik teolojiyi Karl Marx’ı değerlendirmenin en uygun bağlamı olarak sunmayı amaçlamaktadır. Politika ve teoloji farklı insani etkinliklere işaret eden adlandırmalar olsa da, taşıdıkları işlevler açısından aralarında benzerliği aşan bir durum olduğu söylenebilir. Bu benzerlik tarihsel ‘sistematik’ ve ‘yapısaldır.’ Politik teolojinin temel iddiası, modern devlet kuramına ait tüm kavramların teolojiden aktarılmış olduğudur. Dolayısıyla politik teoloji ‘teolojik politika’ şeklinde de ele alınabilir. Modern dönemde, özellikle on dokuzuncu yüzyıldaki politik seküler akımların (Marksizm, nasyonalizm, sosyalizm vb.) temel özelliği bir soruna çözüm bulmak, belirli vaatlerde bulunmak, ya tek bir ulusu ya da tüm insanlığı adil, ahenkli, refah bir sosyal düzen içerisine oturtmaktır. Söz konusu akımlar tıpkı bir din gibi ‘kurtuluş’ vaadinde bulunurlar. Marx’ın politik düşüncesi de bu çizgidedir. Devrim, proletarya, yabancılaşma, özel mülkiyet, sınıfsız toplum, komünizm Marx’ın görüşlerinin temelinde yer alır. Politik teoloji teolojik terminolojinin politik dile tahvil edilebileceğini öne sürer. Teolojinin terminolojisi açısından devrim kıyametle, proletarya müjdelenen devrimci Mesih’le, yabancılaşma ve özel mülkiyet ilk günahla,  komünizm cennet kavramıyla paralellik taşır. Kuşkusuz Marx’ı ‘Yahudi bir düşünür’ kategorisi içinde tüketmek mümkün değildir. Ancak Marx’ın ileri sürdüğü görüşler, politik seküler-Mesihçilik kategorisinde değerlendirilebilir.

Anahtar Kelimeler: Politika, teoloji, kurtuluş, Marx, seküler-mesihçilik.

Özet

Kamusal alan kavramı, demokrasi tartışmalarının merkezi kavramlarından biri olmayı sürdürmektedir. Son dönemde yapılan tartışmaların en dikkat çekici olanlarından biri Nancy Fraser’ın mevcut tarihsel gelişmelerin ışığında ulus-ötesi bir kamusal alan teorisinin imkanına ilişkin yorumudur. Özellikle küreselleşmeyle birlikte, ulus devlet mantığı içinde ele alınan klasik kamusal alan teorisi işlevini kaybetmiştir. Kamusal alanın öznesi artık doğrudan yurttaşla, kamuoyunun muhatabı da kamu erki olarak ulus devlet ile sınırlandırılamaz. Modern demokrasilerin kaderi, vazgeçilmez bir kategori olan kamusal alan teorisinin mevcut koşullar altında yeniden yapılandırılmasına bağlıdır. Ona göre, 21. Yüzyılda ihtiyaç duyulan eleştirel bir kamusal alan teorisi, “normatif meşruiyet” ve “politik etkililik” kavramlarının yeniden yapılandırılmasıyla, Vestfalya sonrası bir perspektiften ulus-ötesi bir kamusallık düşüncesine dayanmak durumundadır. Bu makale Nancy Fraser’ın, 1991’de Vestfalyan çerçevede yazılan “Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Gerçekte Var Olan Demokrasinin Eleştirisine Bir Katkı” adlı makalesinden 2007’deki “Kamusal Alanın Ulus-ötesileşmesi: Vestfalya Sonrası Bir Dünyada Kamuoyunun Meşruiyeti ve Etkililiği Üzerine” makalesine, eleştirel bir kamusal alan teorisi inşa etme teşebbüsünün evrimini tartışmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Nancy Fraser, ulus-ötesi kamusal alan, normatif meşruiyet, politik etkililik.

Özet

Modern öncesi klasik iktidar biçimlerinin özgün örneklerinden biri olan Osmanlı Devleti yönetimi, Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren imparatorluk aurasını tesis etmek için büyük değişimler geçirmiştir. Fatih döneminde derlenen ve sistematik hale getirilen kanunnameler bu değişimin önemli işaretlerinden biridir. “Fatih Kanunnameleri” olarak bilinen bu kanunnameler incelendiğinde iktidarın ve otoritenin kaynağının ne olduğuna dair bulgular açıklıkla tespit edilebilir. Osmanlı Devleti, iktidarın kaynağını ilahi argümanlara dayandırması sebebiyle teokratik bir devlet olarak tanımlanabilir. Ancak uygulamaları cihetinden düşünüldüğünde Osmanlı padişahlarının icraatlarında yetkinin kaynağının zaman zaman padişah emri (otoritesi) olduğu durumlar da mevcuttur. Bu sorunsal, Fatih Kanunnamelerini söz konusu olduğunda seküler veya teokratik (teolojik) olup olmadığına dair bir tartışma ekseninde sürdürülmektedir. Birtakım akademisyenler ve düşünürler, Fatih Kanunnamelerinin iktidarın kaynağına atıfla teokratik karakterli olduğunu söylerken, bir grup bilim insanı ise uygulamalardaki otoritenin durumunu göz önünde bulundurarak kanunnamelerin seküler olduğunu öne sürmektedir. Bu çalışmada, klasik dönem İslam siyasal geleneğindeki monarşinin politik ontolojisinden hareketle yeni bir kavram geliştirmek (neology) suretiyle Fatih Kanunnamelerinin teolaik olduğu öne sürülecektir.

Anahtar Kelimeler: Kanunname, politik ontoloji, Osmanlı Devleti, sekülerlik, teokrasi.

Özet

Bu çalışmanın amacı, politik teolojinin egemen kimdir olan birincil sorusunun, Thomas Hobbes, Carl Schmitt ve Giorgio Agamben’deki karşılığını bulmaktır. Politik teolojinin egemen sorunu, Schmitt’in formüle ettiği haliyle, modern liberal hukuk devletinin Hobbes’un egemenlik kuramıyla birlikte uğradığı mekanikleşme ve depolitizasyon sorunudur. Schmitt’e göre Hobbes’un egemenlik kuramı, dini otorite (auctoritas) ile kralın gücünü (potestas) mutlak bir egemen otoritede birleştirmekle gerçek bir politik teolojidir. Ancak Hobbes sivil din inşasında imanı içselleştirmiş ve bu imanın itirafını dışsallaştırmıştır. Tek tek bireyleri özel alanlarında özgür bırakan bu liberal hamle evrensel vicdan özgürlüğüyle sonuçlanmıştır. Schmitt’in perspektifinden ise bu, istisnayı din yoluyla bireylere teslim etmektir. Hobbes’un sözleşmesinin amacının tam aksine, doğal durumun organik din formunda saatli bir bomba gibi sivil toplum içinde yaşamasıdır. Bu nedenle Schmitt, liberal hukuk devletinin yasallık ve meşruiyet arasında kurduğu ilişkiyi tersine çevirerek egemeni yeniden tanımlar. Schmitt böylelikle politik teolojiyi yeniden devreye sokmuş olur. Agamben ise Schmitt’in Hobbes yorumuna karşı çıkar. Schmitt, Leviathan’da doğal durum ve sivil durum arasında bir karşıtlık gördüğü için Hobbes’un politik teolojisinin başarısız olduğuna inanmıştır. Halbuki Agamben için Leviathan’ın ikonografisine bakıldığında, Hobbes’un yaşam ve ölüm arasına yerleştirdiği egemen otoriteyle, Schmitt’in hukuk ve siyaset arasına yerleştirdiği egemen güç arasında büyük bir farklılık yoktur. İkisi de egemen istisnadır.

Anahtar Kelimeler: Agamben, Hobbes, politik teoloji, egemen, egemenlik.

Özet

Bu makalenin amacı sekülarizm kavramının modern kullanımının Paineci kaynaklarını açığa çıkarmaktır. Bunun gerçekleştirilmesi Thomas Paine’in seküler düşüncesiyle bağlantılı olarak toplumsallaşma (sociability) kavramının merkeze alınarak incelenmesini gerektirmektedir. Bu nedenle öncelikli olarak Paine’in iki büyük gelenekle bağı üzerinde duruldu. İlk gelenek için toplumsallaşma kavramına dair çığır açan düşünceler geliştiren Hugo Grotius ve Samuel von Pufendorf gibi modern doğal hukukun öncülerine değinildi. İkinci gelenekte ise toplum sözleşmecileri Thomas Hobbes, John Locke ve Jean-Jacques Rousseau yer almaktadır. Paine toplum sözleşmecileri gibi doğa durumu ve sivil durum ikiliğine başvururken onlardan farklı olarak iki tür sözleşme öneriyor gözükür. Paine, Tanrı ve insan arasında aracısız ve kurumsuz dikey bir sözleşmeden, insanlar arasında ise yöneten ve yönetilenler olmaksızın eşitlik temelinde yatay bir sözleşmeden söz eder. Ayrıca ikinci tür sözleşme gerçekleştiğinde, anayasanın hükümetten önce oluşması gerektiğini savunur. Paine’in sekülarizminin dayanak noktaları bu düşüncelerinde açığa çıkarılmaya çalışılırken, ayrıca, bir tür anayasa olarak önerdiği, Bildiri Planı’ndaki inanç özgürlüğü doğal ve sivil hak yaklaşımlarıyla değerlendirilecektir.

Anahtar Kelimeler: Toplumsallaşma, din, doğal hukuk, toplum sözleşmesi, sekülerleşme.