Felsefi Düşün Sayı: 22 – Ahlak Felsefesi / Nisan 2024

Sayı Editörü: Mehmet GÜNENÇ (İstanbul Üniversitesi)

Makalelerin özetleri ve anahtar kelimeleri için lütfen ilgili makalenin ismi üzerine tıklayınız.

MAKALELER

Öz

Emmanuel Levinas çağdaş felsefede ve fenomenolojik hareket içinde etiği aşkınlıkla birlikte düşünmesiyle öne çıkar. Özneliği aşkın olanla etik ilişki üzerinden kuran filozofun felsefi yaklaşımı, çağdaş felsefedeki başkalık tartışmalarının da bir parçasıdır. Filozof ilk felsefe olarak nitelendirdiği etik ilişki aracılığıyla hem kendilik ve başkalık arasında mutlak ayrılığı muhafaza etmek hem de kendinden başkasına doğru bir açılmayı etik öznelik deneyimi ile ortaya koymak ister. Levinas’ın felsefesine içsellik ve dışsallık ilişkisine dair yaklaşımının önemli bir etkisi vardır. Aynı ve Başka arasında ortaya koymak istediği mutlak ayrılık, içsellik ve dışsallık geriliminin etkisinin ortaya konmasıyla açığa çıkmaktadır. Kendiliğin etik ilişki aracılığıyla etik özneliğe geçiş süreci aynı zamanda Levinas’ın iddiasına göre başkalığın da hakkının verilmesi anlamına gelmektedir. Ancak sorumluluk ilişkisi olarak somutlaşan etik ilişkide Başkası’nın konumu, tam olarak tekilliği ifade edemediğinden anonim bir görünüme sahiptir. Dolayısıyla Başkası’nın konumu etik öznenin meydana gelmesinde bir aracı olmakla sınırlanmış gözükmektedir. Sorumluluğun kapsamına ve amacına dair analizler Başkası’nın anlamında bazı ihmalleri de ortaya sermektedir. Dolayısıyla makale, içsellik-dışsallık gerilimini takip ederek Levinas’ta mutlak ayrılığın korunduğu etik bir ilişki aracılığıyla biricik sorumlu öznenin kuruluşuna odaklanıldığını ancak bu sırada Başkası’nın biricikliğinin ve kimliğinin yeterince ortaya çıkarılamadığını iddia edecektir.

Anahtar Kelimeler: etik, kendilik, başkalık, aşkınlık, içsellik, dışsallık.

Öz

Bu çalışma Arthur Schopenhauer’in merhamet etiğine yönelik temel argümanlarını, İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung) ve Ahlakın Temeli (Über das Fundament der Moral) adlı eserlerinden yola çıkarak ele almayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda Schopenhauer, ahlak anlayışına yönelik ilk görüşlerini temel eseri olan İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya adlı eserinin dördüncü kitabında incelemektedir. Bu eserde Schopenhauer bilgi, varlık, metafizik ve ahlak anlayışını tek bir çatı altında birleştirir. Bu çatı onun ifadesiyle tek bir düşüncedir yani ‘isteme’dir. Schopenhauer’da isteme Immanuel Kant’ın kendinde şeyine karşılık gelir ve her türlü nedensellikten bağımsızdır. Schopenhauer’in felsefesinin özü onun ifade ettiği şu önermeye dayanır: “Dünya bir yönüyle tamamen tasavvur iken diğer yönüyle tamamen istemedir.” Tasavvur istemenin bir tezahürü olduğu için aslında dünya tamamen istemedir. İstemeyi idrak edecek insan başka bir insan türünü gerekli kıldığından onun ahlak anlayışına konu olan insan da doğal olarak nedensellik bağlarından kopmuş insan türüdür. Bu noktada onun ahlak felsefesi metafizik bir zemine dayanır. Fakat bu metafizik ona göre evrene aşkın değil içkin bir metafiziktir. İstemenin özgürlüğü ona göre nedensel bağlarla çevrili olan tasavvurlar dünyasında oluşamayacağı için istemenin idraki ile aydınlanan insanda istemenin reddi bağlamında bir özgürlük olacaktır. Tüm felsefesinin çıkış noktasını Kant’a dayandıran Schopenhauer ahlak felsefesini de Kant’ın ahlak felsefesiyle ilişkilendirerek fakat ondan tamamen ayrı bir ilke belirleyerek temellendirir. Ahlakın temelilkesi olarak ifade ettiği bu ilke merhamet kavramıdır. Kant ahlak felsefesini teolojiden kurtarsa da formel bir ilkeden yola çıkarak kurduğu için Schopenhauer Kant’ı eleştirir. Onun merhamet etiği bu noktada Kant’ın bakış açısından farklı olarak Hint öğretisinden ve özellikle Upanişadlar’dan beslenen duygudaşlık kavramına dayanır.

Anahtar Kelimeler: Arthur Schopenhauer, isteme, tasavvur, ahlak felsefesi, merhamet, insan.

Öz

Eğitim, insanın gelişimindeki en önemli sosyal iyilerden birisi olmanın yanında kişinin yaşadığı siyasal ve sosyal yapıyı belirlemede oldukça önemli rol oynar. Bunun yanında eğitim, demokratik bir toplumda eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın ve sosyal adaleti sağlamanın en önemli dayanaklarından biridir. Eğitim aracılığıyla sosyal adaleti sağlamada yaygın olarak kullanılan ve yetenek + çaba şeklinde formülleştirilen meritokrasi, herkese fırsat eşitliği sunar. Eğitim alanında meritokrasinin uygulanışına ilk örnek 13. yy Çin Hanedanlığında doğal aristokrasiye bir karşı çıkış ve yetenekli insanları devlete kazandırmayı amaçlayarak yapılan sivil sınavlardır. Çin Hanedanlığı ülke genelinde yaptığı sınavlarla her kesimden insanlara devlet kademelerini açıyordu. Ancak günümüzde de etkili olan meritokratik sistem onun ortaya çıkardığı etik anlayışı eğitim aracılığıyla gerçekten sosyal adaleti sağlamakta mıdır? Bu çalışmada bu soruya eleştirel bir çerçevede yanıt sunan çağdaş siyaset filozofu Michael Sandel’in görüşleri analiz edilecektir. Sandel’e göre küreselleşmenin ve uygulanan politikaların etkisiyle demokratik toplumlardan meritokratik toplumlara doğru evrilmekteyiz. Meritokratik toplumun en belirgin özelliği, insanları seçkin ve kibirli bir sınıf ile başarısız olarak görülen aşağılanmış bir sınıf olarak ikiye bölmesidir. Eğitimin başat rol oynadığı bu evrilmede hem ahlaki hem de politik sorunlarla baş başa kalan toplumlar, sosyal adalet açısından da ciddi krizlerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Çalışmada Sandel’in meritokrasi eleştirisi merkeze alınarak meritokratik bir çağda eğitim ile sosyal adalet arasındaki ilişki analiz edilecektir. Sandel, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üniversitelere giriş için belirli koşulları sağlamış öğrenciler arasından kura ile öğrenci alma fikrini bahsi geçen sorunlar karşısında bir çözüm olarak sunar. Sonuçta, Sandel’in önerisinin meritokratik etiğin yarattığı sorunlar için yetersiz bir çözüm olduğu eleştirisi yapılacak ve probleme dair genel değerlendirme yapılacaktır.

Anahtar Kelimeler: etik, meritokrasi, sosyal adalet, eğitim, demokrasi.

Öz

John Locke yaşamı boyunca epistemolojiden siyasete kadar pek çok alanda eser vermiştir. Ancak ahlak üzerine bağımsız bir kitap yazmamıştır. Yine de ahlakın ve ahlak kurallarının kaynağı ve bilinebilirliği üzerine düşüncelerine, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme başta olmak üzere hemen her eserinde dağınık bir şekilde de olsa rastlamak mümkündür. Yazdıklarında, Locke’un ahlaka büyük önem atfettiği ve bu meselenin onun epistemolojisinin önemli bir parçasını oluşturduğu göze çarpar. Locke, spekülatif ilkeler kadar pratik ilkelerin de doğuştan gelmediklerini kanıtlamak için çaba sarfetmiştir ve pratik ilkelerin temeli olarak da ahlak kurallarını ele alır. Öte yandan, ahlakı aynı matematik ve geometri gibi tanıtlamaya elverişli bir bilim olarak tasvir eder. Böylece hem doğuştan gelmeyen hem de tanıtlamaya elverişli bir bilim olarak ahlakın kökenlerini tutarlı bir bütün içinde incelemeye çalışır. Bu makalede Locke’un bu çabasının, onun ünlü eseri Deneme’deki ideler teorisi bağlamında nasıl ele alınabileceği ve tanıtsal bir bilgi türü olarak ahlakın onun epistemolojik bakış açısı ile bağlantılı olarak başka hangi temellere dayanmış olabileceği araştırılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Ahlak, karışık kipler, tanıtlama, yasa, doğanın ışığı.

Öz

17. yüzyıl Avrupası din ve ahlak anlayışlarında büyük değişimlere sahne olmuştur. Ateizm, modern dönemin başlangıcında, yalnızca dinsel ya da teolojik bir sorun olarak değil, aynı zamanda siyasi ve ahlaki bir sorun olarak görülmektedir. Bu açıdan ateistler, Tanrı (ya da belli bir Tanrı kavrayışı) ile birlikte, ahlaki ilke ve kuralları, hatta doğrudan doğruya ahlakın temellerini yadsıyan kişilerdir. Dolayısıyla ateizm, özünde, her türlü iyi, doğru ve erdemli yaşam olanağının reddini beraberinde getiren ahlak-karşıtı bir tutumdur. Bu ateizm tanımını modern felsefede tartışmaya açan düşünürlerden biri Pierre Bayle’dir (1647-1706). Bayle’in çağdaşı Spinoza, baştan beri ateist bir filozof olarak yaftalanmış ve yapıtları bu kanıyı değiştirmemiş, perçinlemiştir. Spinoza’nın kendisi, bir iftira olarak gördüğü bu suçlamayı reddettiği halde, ateizmi felsefi bir sorun olarak görmemiştir. Bununla birlikte, suçlamalara karşı çıkarken ateizmin ahlaki tanımına bağlı kaldığı gözlemlenebilir. Bayle ise bu tanımı reddederek, insanların inanç ya da fikirleri ile eylemleri arasında hep bir tutarlılık aranamayacağını savunur. Nitekim Spinoza, örnek ahlaki karakterine rağmen, tarihin en radikal ateistlerinden biridir onun gözünde. Bu yazıda, Bayle’in Spinoza eleştirisi, onun ateizm ile ahlakın alanlarını birbirinden ayırma girişimi bağlamında incelenirken, Spinoza’nın ateizm kavrayışı ahlakla ilişkisi içinde çözümlenecektir.

Anahtar Kelimeler: Bayle, Spinoza, ateizm, ahlak, erdem.

Öz

Tüm insanlığın ‘iyi’sine odaklanan evrensel ahlaki normların savunusu ile tikel, şahsi ya da kısmi ‘iyi’lerin haklılaştırılması arasında süreğen bir gerilim vardır. Bu gerilimin önemli uğraklarından biri patriyotizmdir. Patriyotik bağlılık evrensel olmaktansa kısmi ve şahsi bulunduğu için ahlaki niteliği açısından tartışmalıdır. Birçok filozof evrensel ilkeler karşısında patriyotik bağlılıkları benimsemenin yanılgı hatta kötülük olduğunu düşünür. Kimileri de daha küçük ölçekli bağlılıkların gayri ahlakiliğe indirgenişine itiraz eder. Bu makale Martha Nussbaum, George Kateb ve Andrew Oldenquist’in felsefi argümanlarını ele alarak patriyotizmin ahlakiliği meselesini yeniden değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Makale, Nussbaum’ın günümüzde insanlığın evrensel düzeyde tanınma ve yapabilirliklere erişme ihtiyacına kulak veren, evrenselciliği savunan ve patriyotik bağlılıkların çocuksu bir ebeveyn ilgisi ve konfor arayışını yansıtması nedeniyle patriyotizme karşı çıkan görüşlerini ele alarak başlar. Burada temel mesele evrensel nitelikli ahlaki değerler adına ahlaki çağrıda bulunmaktır ki bunun anlamı patriyotik çocuksuluktan çıkıp ahlaki özerkliğe geçiştir. Benzer bir çizgide Kateb patriyotizmin bencilliğine, grup narsisizmine ve kötücül karakterine karşı daha sert bir biçimde karşı çıkar çünkü patriyotizm hem Aydınlanma değerlerine, hem kişinin ahlaki özerkliğine hem de dünyanın barış, esenlik ve düzenine ihanettir. Öte yandan, Oldenquist, patriyotik bağlılıkların ahlaki yanılgı olmadığını, aksine, evrensel, patriyotik ve şahsi nitelikli rasyonel muhakemeler yapan insanın ahlaki failliğinin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu ortaya koyar. Sonuçta, Oldenquist’in argümanlarına dayanan makale evrensel ahlaki normlarla uyumlu olabilen patriyotik bağlılıkların ahlaki önemini vurgulamaktadır.

Anahtar Kelimeler: patriyotizm, bağlılıklar, evrensel ahlaki normlar, George Kateb, Andrew Oldenquist

Öz

Ahlak olgusu felsefe tarihinde çokça tartışılmış olgulardan bir tanesidir. Dünyada pek çok farklı ahlak anlayışı olduğu bilinen bir gerçektir, diğer yandan kimi temel ahlak öğretilerinin genel geçer olduğuna dair bir inanış da bulunmaktadır. Bu çalışma, içinde yaşadığı toplumun ahlak kurallarını tümden sorgulamış ve onlara tümüyle karşı çıkmış olan iki radikal düşünürün, Marquis de Sade ve Friedrich Nietzsche’nin ahlak görüşlerinin oldukça benzer olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Yaşadıkları dönemler göz önüne alındığında, her iki düşünürün de kendilerine özgü aykırı bir ahlak anlayışı ortaya koydukları rahatlıkla söylenebilir. Çünkü her iki düşünür de dinsel öğretilere dayalı ahlak anlayışını, daha spesifik olarak söylemek gerekirse Hristiyan (merhamet) ahlakını eleştirerek kendi ahlak öğretisini temellendirir. Dolayısıyla ahlak eleştirileri aynı hedefe yönelen bu iki aykırı beynin hemfikir olduğu birçok nokta bulunmaktadır. Hristiyan öğretilerine dayalı bir ahlak anlayışını yermelerinin yanı sıra, her iki düşünür de evrensel bir ahlak anlayışının mümkün olmadığını belirtir, dolayısıyla ahlak olgusu onlara göre görecelidir. Bunun dışında hem Sade hem de Nietzsche haz ve içgüdüler konusunda doğalcı bir tavır sergilerler ve bu konuda her türlü yasaklamaya karşı gelirler. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Nietzsche’nin kendi ahlak görüşünü oluştururken Sade’den önemli ölçüde etkilenmiş olduğu iddia edilebilir.

Anahtar Kelimeler: ahlak, merhamet, Hristiyan ahlakı, Marquis de Sade, Friedrich Nietzsche.

Öz

Engelli çocuk sorunu, tarih boyunca tartışılan bir konudur. Engelli çocukların eğitimleri ve yaşam hakları gibi sorunlar Nazi ideolojisinin bakış açısının kökenlerini Platoncu felsefede araştırmak temel amacımızdır. Zira Platon’un politik felsefesinde engelli çocuklara yönelik olumsuz örneklere rastlamak mümkündür. Böylelikle çalışma, engelli çocukların toplumdandışlanmasının kökenleri üzerine felsefî bir araştırmayı içermektedir. Felsefe tarihinde engelli çocukların eğitilebilir olup olamayacakları tartışılmıştır. Ancak Nazi ideolojisinin engelli çocuk politikasıyla Platon’un görüşleri arasında benzerlikler veya yakınlıklar olduğu iddiasını merkeze alarak sorunu tartışacağız. Platon felsefesinde eğitimden kastedilen şey, bireylerin yetiştirilmesi için bazı kurallar veya ilkeler belirlemek ve bunları pratikte uygulanabilir olmasını sağlamaktır. Bu ilkeler için öncelikle gerekli olan şey, bireylerin zihnen ve bedenen sağlam olmasıdır. Ancak bu durum mümkün değilse alınan tedbirler veya öneriler -tam olarak- etik bir tartışmanın konusudur. Çünkü Platon felsefesinde engelli veya kusurlu çocukların ‘ayıklanması’ gerektiği düşüncesi söz konusudur. Bunun temel nedeni kusuru bulunan çocukların politik ideal açısından sorun teşkil etmesidir. Buna paralel olarak ağır hastalar da ideal devlet ve toplum düzeni için bir sorundur. Dolayısıyla her iki sorunun birlikte tartışılması zorunlu olduğu ortaya çıkar. Fakat çalışmamız, Nazi ideolojisinin engelli çocuk politikasındaki bakış açısının Platoncu kökenlerine odaklanmıştır.

Anahtar Kelimeler: felsefe, politika, engelli çocuk, Platon, Nazi ideolojisi.

KİTAP İNCELEME