Felsefi Düşün Sayı: 19 – Toplum Sözleşmesi / Ekim 2022

Sayı Editörü: Kurtul GÜLENÇ (MSGSÜ)

Makalelerin özetleri ve anahtar kelimeleri için lütfen ilgili makalenin ismi üzerine tıklayınız.

MAKALELER

Özet

Spinoza’da sözleşme mefhumu, üzerinde hala ihtilaflar bulunduran kurucu bir kavramdır. Bu kurucu kavram çeşitli açılardan pek çok kere tartışılmış, kavramın gelenekle olan benzerlikleri ve farkları gösterilmeye çalışılmıştır. Elbette Spinoza’da sözleşme mefhumunun kaynakları her şeyden önce politikanın kurucu unsuru sayılan ontolojisinde aranmalıdır. Bütün bunlar Spinoza felsefesinin bütüncül bir okumasını salık verir. Bu bütüncül okuma, Spinoza’da merkezilenen içkinlik sathını da belirginleştirir. Güç gibi temel kavramların zemini daha olanaklı hale gelir. Ontolojiden etiğe, etikten politikaya bütün bu güzergâh yaşamın içkin unsurlarının ortaya çıkmasına olanak verecek olan çizgiyi gösterecektir. Esasında Spinoza’da sözleşmenin ontolojik düzlemden hareketle okunması çoğu ihtilafı ve gelenekle kurulmaya çalışılan çoğu benzerlikleri ortadan kaldırır. Çeşitli düşünürler –bu çalışmada da gösterileceği üzere– meseleyi buraya temellendirir. Spinoza yaşamın içkin, neşeli unsurlarını bir sözleşme ile devredilebilir noktaya taşımaz. Yaşam bütün unsurlarıyla yaşanabilir bir ortaklıkta birleşir. Bu ortaklık gücünü ontolojik satıhtan alan, etik ve politik iştiraklerle gücünü çoğaltan neşeli bir ortaklıktır. Bu çalışma ana meseleleri oluşturan çeşitli iştirakleri göstermeye çalışacaktır.

Anahtar Kelimeler: Spinoza, topluluk, doğal hak, toplum sözleşmesi, conatus.

Özet

İnsanın toplumsallığını anlamak ve gerektiğinde değiştirmek için tarih boyunca çeşitli açıklamalar üretilmiştir. İçinde yaşadığımız modern-kapitalist dünyanın gelişme sürecine paralel biçimde ilerleyen modern egemen devlet kavramı da kendisini meşrulaştıracak olan toplum sözleşmesi teorileriyle birlikte biçimlenmiştir. Her ne kadar bu konu altında genel olarak anılan filozoflar Jean-Jacques Rousseau, John Locke ve Thomas Hobbes olsa da konuyla ilgilenen filozofların sayısı oldukça fazladır. Önemli bir başka nokta da bu teorilere temel teşkil eden doğal hak düşüncesinin söz konusu filozofların çağlarından çok daha geriye giden bir geçmişe sahip olduklarıdır. Modern dönem sözleşme teorilerinin doğal hak varsayımlarından en önemli farkı, yeni biçimlenen devletin meşruiyet kaynağını kutsal metinlere ve Kilise’ye değil, varsayımsal bir doğa durumuna ya da kendi eylemlerinin belirleyicisi olan bir özgür özne kavramına dayandırmalarıdır. Kendi siyasi birliğini kurmaya çalışan 18. ve 19. Yüzyıl Almanya’sının filozoflarına baktığımızda onların en başta bu teorilerin varsayımlarını sergilemeye ve eleştirmeye çalıştıklarını görürüz. Bu çerçevede Hegel’in eleştirisi bu teorilerin ilk bütünsel ve felsefi eleştirisini oluşturur. Bu metinde Hegel’in toplum sözleşmelerinin varsayımlarına yönelttikleri eleştiriler, onun öncülleri olan Kant ve Fichte’nin düşünceleriyle birlikte tartışılacaktır.

Anahtar kelimeler: toplum sözleşmesi, doğa durumu, Hobbes, Kant, Fichte, Hegel.

Özet

Sözleşmenin doğası, soyut bireylerin soyut birliğe doğru hareketini öngörürken, iki yanlı bir soyutlama düşünceye eşlik eder. İkisi de temsilîdir, tek-yanlıdır. G.W.F. Hegel’in felsefesinde hakkın tözsel öğesiyle kastedilen, ahlaki doğadan, bir başka deyişle konsensusa dayalı, uzlaşımsal sözleşmelerden farklı olarak gerçek sözleşmelerdir. John Locke ve diğer empiristlere karşı ahlaki olandan farklı olarak normatif olana vurgu yapması bir paradigma değişikliğine işaret eder. Keyfî olan ve her an bozulabilen bir akittense modern devleti oluşturan öğelerin ne olacağına dair hazırlayıcı bir düşünmedir. Locke’un ve her tür empirizmin yanılgısı, öznelliği bilinç olgularına ve temsilî bir zihin dünyasına, nesnelliği de verili ve değişmez olarak varsayan yapıya indirgemesidir. Sözleşme düşüncesinin uzlaşımsal yapısı da, birey-toplum ilişkisinde bunların karşıtlık olarak kalması anlamında tarihsel-ontolojik olarak aşılmayı beraberinde getirir. Hegel’in duruş noktası, diğer eserlerinden de görüleceği üzere, anlama yetisi metafiziği karşısında akıl metafiziği olması bakımından bir ontolojidir ve bir önceki çağa özgü baskın epistemolojik görüşten ayrı bir yapıdadır. Konumuz gereğince politik ontoloji ya da daha sonraki tabirle, toplumsal varlığın ontolojisidir.

Anahtar Kelimeler: uzlaşımsal sözleşme, gerçek sözleşme, temsiliyet, anlama yetisi metafiziği, akıl metafiziği, tarihsel varlığın ontolojisi.

Özet

Helenistik dönemde insanların bir arada yaşama pratikleri polisten imparatorluğa evrilmektedir. Daha önceki dönemlerde insanlar polis örgütlenme biçimi içinde yaşamakta ve mutluluğu da bu yapı içindeki edeceğini düşünmektedir. Bu pratiğin imparatorluğa dönüşümüyle beraber insanlar, hayatlarına kendileri yön tayin edemediklerinden dolayı büyük kaygılar yaşamaktadır. Artık mutluluk yurttaşın polisteki mutluluk arayışından bireyin imparatorluk içinde mutluluğu arama yoluna girmesine ve tüm bu dönüşüm sürecinde acıdan ve korkudan nasıl kurtulacağının yolunu bulma çabasına dönüşmüştür. Bütün bu toplumsal ve politik değişim felsefe alanına da yansımış,  artık yurttaşların poliste yurttaşlarla birlikte değil birey olarak imparatorluk içinde mutluluğu nasıl elde edeceği üzerine düşüncelerin gelişmesine olanak tanımıştır. Toplum sözleşmesi düşüncesinin Helenistik dönemdeki en önemli temsilcisi olan düşünür Epikouros’tur. Bu makalede Epikouros’un toplum sözleşmesi düşüncesi kendisinin kanonik, fizik ve etik düşünceleri çerçevesinde ele alınacaktır. Bu temellendirme yapılırken öncelikle düşünürün epistemolojisi ve onun etikle bağlantısı ele alınacak olup, doğayı anlamanın ve açıklamanın toplum sözleşmesi ile nasıl ilişkilendirilebileceği tartışılacaktır. Bu yazıda ayrıca toplumsal yaşamın oluşum aşamaları, insanların nasıl anlaşma yaptıkları ve bilge kişinin ne türden özelliklere sahip olduğu bilgi, fayda, güvenlik, adalet kavramları etrafında incelenmektedir. Adaletin doğası gereği faydalı olması gerektiği vurgulanarak, onun yasalardan farklı bir yere konumlandırılması gerektiği öne sürülmüştür.

Anahtar Kelimeler: sözleşme, bilge, güvenlik, fayda, doğal adalet, yasa.

Özet

Bu makalenin konusu Michel Serres’in “doğayla sözleşme” kavramıdır. Serres bu kavramı, toplum sözleşmesi teorilerinin insanın doğayla bağını yok saydığı tespitinden hareketle önermiştir. Doğanın haklara sahip bir hukuk öznesi olması gerektiğini, onun bu haklarının bize sorumluluklar yüklediğini ve de söz konusu sorumluluklar temelinde, hukuk, politika ve bilim alanlarında doğayla ilişkilerimizi yeniden düzenleyecek bir sözleşmenin icat edilmesi gerektiğini savunmuştur. Makalenin amacı bu savunuyu irdelemek ve onun felsefi çerçevesini ve kavramsal bileşenlerini belirginleştirmektir. Bu amacı belirleyen iki neden vardır: Birincisi, Serres’e yönelik kapalılık ve anlaşılmazlık eleştirileriyle ilgilidir. Serres’in özgün bir edebî üsluba sahip olduğu, analitik sırayla ve alışıldık akademik referanslarla yazmadığı doğrudur. Fakat söz konusu durum onun düşünsel üretiminin muğlak ve belirsiz olduğu anlamına gelmez. Makalede “doğayla sözleşme”nin gayet kesin ve katı bir kavram olduğu ve analitik bir sırayla da serimlenebileceği gösterilecektir. İkincisi ise Türkiye’deki Serres çalışmalarının azlığıyla ilgilidir. Konu seçimiyle, bu eksikliği giderme yönünde bir katkı sunmak istenmiştir. Bu motivasyonlar temelinde makale dört bölüme ayrılmıştır. Giriş bölümünde, Serres’in savaş karşıtlığı vurgulanacaktır. Birinci bölümde, onun “nesnel şiddet” ve “öznel savaş” arasında yaptığı ayırım açıklanacak, Serresci sözleşme modelinin Epikurosçu ve Lucretiusçu köklerine işaret edilecektir. İkinci bölüm doğayla sözleşme önerisinin kavramsal bileşenlerine ayrılmıştır. Bu bölümde, Serres’in önerisinin bir metafor olmadığı savunulacak, çevrecilikten farkları ele alınacak ve ayrıca “epistemodise”, “eğitimli üçüncü şahıs” ve “ortakyaşarlık” gibi kavramlar açıklanacaktır. Ayrıca bu bölümde, Serres’in kirletme ile mülkiyet arasında saptadığı koşutluk ve mülk sahipliğinden kiracılığa geçiş çağrısı incelenecektir. Sonuç bölümünde ise doğayla sözleşme önerisinin güncel hukuki mevzuatla ilişkisine değinilecektir.

Anahtar Kelimeler: Michel Serres, doğayla sözleşme, toplum sözleşmesi, hukuk felsefesi, ekoloji.

Özet

İnsan-olmayan hayvanların güvenilir insan vekiller ile siyasal alanda temsil edilmelerinden ziyade yaşadıkları toplumun siyasal süreçlerine doğrudan katılım hakkına sahip toplum üyeleri olarak görülebileceklerini öne süren Sue Donaldson ve Will Kymlicka, Zoopolis. Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı adlı kitaplarında insan-olmayan hayvanların siyasal bir ifade biçimine sahip olabileceğini, hayvanların -özellikle de evcilleştirilmiş hayvanların- onlara özgü sınırlar içinde kendi kendilerini siyasal olarak temsil etme gücüne sahip olduklarını savunurlar. Hayvanların siyasal alanda bir ‘söz’ sahibi olmasına ve siyasal topluma doğrudan katılımlarının mümkün olmasına yönelik düşüncelerle şekillenen hakiki bir demokrasi anlayışı hem birlikte yaşadığımız hayvanların hak ve faydalarını gözeten ilkelerle toplumsal yaşamı tesis etmeli hem de insan-olmayan hayvanlarla birlikte karar alma süreçleri üretmeyi siyasal gündeminin bir parçası yapmalıdır. Biz bu yazıda, insan-hayvan ilişkilerinin ele alınışını siyasal düzleme aktaran Donaldson ve Kymlicka’nın özellikle evcilleştirilmiş hayvanlara vatandaşlık hakları verilmesi konusundaki yaklaşımlarını ele alacağız. Yazının son kısmında ise yakın zamanda Türkiye’de hayvan hakları konusunda önemli tartışmalara yol açmış bir örnek vakayı, İstanbul’da Adalar’daki fayton atlarının çalıştırılmasının yasaklanması ve atların yeni yaşamlarının düzenlenmesi ile ilgili karar alma süreçlerini Donaldson ve Kymlicka’nın çizdiği vatandaşlık kuramı çerçevesi içinde inceleyeceğiz.

Anahtar Kelimeler: insan-olmayan hayvan, vatandaşlık, evcilleştirilmiş hayvan, hayvan hakları, refahçılık, abolisyonizm.

Özet

İskoç Aydınlanmasının en ünlü filozoflarından biri olan David Hume, eserlerinde toplumsal düzeni ve politik toplumu insan doğasının bilimi olarak adlandırdığı ahlak felsefesinden yardım alarak inceler. 17. yüzyılda önce Thomas Hobbes daha sonra John Locke ile siyaset felsefesinin en çok tartışılan konularından biri haline gelen toplum sözleşmesi kuramına karşı hem İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de hem de Siyasi Denemeler’de Hume eleştirel bir tutum alır. Onun sözleşme kuramına karşı çıkışı iki yönlüdür. Önce İnceleme’de yapay erdemler olarak adlandırdığı adalet ya da mülkiyete saygı, verilen söze sadık kalma ve hükümete bağlılığın kökenine dair felsefi bir soruşma gerçekleştirir. Sonraki yıllarda yayımlanan “İlksel Sözleşme” isimli denemesinde ise tarihsel gerçekleri işaret ederek rızanın politik otoritenin kaynağı olamayacağını gösterir. Bu çalışmanın amacı, Hume’un sözleşme kuramına eleştirilerini ortak çıkarla ve deneyimle hayata geçirilen uylaşım ve alışkanlık ile temellendirdiğini göstermektir. Bu bağlamda, önce adalet, söz verme ve bağlılığın kaynağı incelenecek, daha sonra niçin hükümete bağlılık ödevinin toplum sözleşmesi kuramcılarının iddia ettikleri gibi rızadan değil toplum yararından ve ortak çıkardan doğduğu tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: toplum sözleşmesi, adaletin kuralları, söz verme, hükümete bağlılık, uylaşım, alışkanlık.

Özet

Immanuel Kant modern sözleşme teorisyenleri arasında yer alır ve kendi eleştirel felsefesinin sistematik bütünlüğüne kök salan sui generis bir sözleşme teorisi geliştirir. Kant sözleşmeyi aklın bir idesi olarak temellendirerek geleneksel sözleşmeciliğin rıza, anlaşma, politik yükümlülük ve mülkiyet gibi kavramlarını yeniden formüle eder. Bu bağlamda Kant aslında sözleşme teorilerinin mantıksal yapısını açığa çıkartır. Böylece sözleşmenin ve doğa durumunun tarihsel gerçekliğine ilişkin tartışmalar devre dışı kalır. Kant sözleşmeyi ve doğa durumunu bir varsayım olarak ele aldığında, onların tarihsel bir olgu olmadığına işaret eder. O, sözleşmeyi aklın bir idesi olarak temellendirdiğinde ise ideal bir sözleşme anlayışı geliştirir. Buna göre, eleştirel felsefenin en genel amacıyla uyumlu olarak, sözleşmeye mevcut durumu eleştirme işlevi yüklenir. Bir eleştiri kriteri olarak sözleşme idesi, Kant’ın hukuk devleti, kamusal alan, cumhuriyetçilik ve dünya cumhuriyetine ilişkin fikirlerinin de merkezine yerleşir. Kant’ın sözleşme teorisi aynı zamanda kendine has bir mülkiyet teorisi içerir ve özel mülkiyetin yasal statüsünü mümkün rızaya tabi kılarak mülkiyet meselesini bir adalet meselesine dönüştürerek sorunsallaştırır.

Anahtar Kelimeler: rıza, sözleşme, cumhuriyetçilik, doğa durumu, sivil durum, adalet, mülkiyet.

Özet

Bu çalışmada, John Rawls’un kendi toplum sözleşmesini yapılandırırken diğer sözleşmeci düşünürlerden hangi yönlerden ayrıldığı ve bu sözleşmenin ne kadar geçerli olduğu eleştirel bir biçimde ele alınmaktadır. Sözleşmesini ortaya koyarken sözleşmeci gelenekten farklı olarak bir doğa durumundan hareket etmeyen Rawls, kurulu devlet düzeni içinde bireylerin adalet ilkelerini Başlangıç Durumu içinde Cehalet Perdesi sayesinde tarafsızca seçebileceklerini iddia etmiştir.  Bu iddiasını da Immanuel Kant’ın koşulsuz buyruk düşüncesini kendine temel aldığını iddia ederek desteklemeye çalışmıştır. Ancak, ne yazık ki Rawls’a yapılan eleştirilerin özünde; doğada genel olarak varsayımsal yapay sözleşmenin gerçekliğinin olmadığı, teoride doğa durumunu göz önünde bulundurulmadığı, teorisini yapılandırırken Faydacılığı tam anlamıyla saf dışı bırakamadığı, ortaya koyduğu hakkaniyet olarak adalet teorisinin gerçekte Kantçı bir yorum olmadığı gibi düşünceler bulunmaktadır. Buna göre, Rawls’un hakkaniyet olarak adalet teorisini toplum sözleşmesi çerçevesinde değerlendirdiğimizde, ona karşı yapılan en önemli eleştirinin gerçek bir sosyal sözleşme teorisi ürettiğini iddia etmesine rağmen gerçekte bunu yapamadığı iddiasıdır. Bu bağlamda, Rawls’un var olan bir devlet yapısı içinde kurduğu toplum sözleşmesini temellendirdiği iddiası tartışmalıdır.

Anahtar kelimeler: John Rawls, toplum sözleşmesi, Immanuel Kant, cehalet perdesi, hakkaniyet olarak adalet.

Özet

Jean Jacques-Rousseau, bir yandan tanrısal otoriteyi yeryüzüne indirme çabası olarak tanımlanabilecek olan Toplum Sözleşmesi sayesinde doğa yasasına koşut olarak tesis edilecek beşeri hukukun temelleri üzerine düşünmüş; ama diğer yandan da, söz konusu hukuku mümkün kılan toplumsal uzlaşı zemininin eşitsizlik üreten yegane kaynak olduğunun altını çizmiştir. Bir sözleşme kuramcısı olarak Rousseau’yu anlamak, onun ‘genel irade’ (volonté générale) kavramını merkeze alan bir okuma yapmayı gerektirir. Toplum Sözleşmesi’nde geçtiği haliyle bu ifade, toplum ve doğa arasında askıda kalmış görünen insan açısından doğal arzunun nereye düşüyor olduğunu anlamaya imkan verebilir. Filozof açısından temel mesele, bireylerin fantezi dünyalarını besleyen kişiye özgü arzuların (volonté particulière) hangi akli kararlar sonucunda ortak iradenin bileşenlerine indirgenebileceğini karara bağlamaktır. Bu makale boyunca yapmaya çalışacağımız şey, Rousseau’yu aklı beden ve duygulardan ayırmaksızın ele alan Spinoza’ya bağlı kalarak okumanın, Rousseau felsefesinde saklı olan doğalcılık damarını iyice belirginleştireceğini göstermektir. Bu konuda yapılacak her yorum, toplumsallığa geçişle birlikte Rousseau’nun güç-hak dönüşümü yorumunu daha iyi anlamaya yardım edecektir.

Anahtar Kelimeler: toplum sözleşmesi, güç, hak, özgürlük, güvenlik, doğa durumu, genel irade.

Özet

Bu makale Jürgen Habermas’ın hukuk ve politika felsefesi alanındaki olgunluk eseri olan Olgular ve Normlar Arasında adlı çalışmasında 20. yüzyıldaki temel iki politik rejim olarak adlandırılan liberal hukuk devleti (Rechtsstaat) ve sosyal-refah devleti (Sozialstaat) arasındaki gerilimi aşmaya yönelik müzakereci demokrasi kuramını tartışmayı amaçlamaktadır. Bu çalışmanın hareket noktasını Habermas’ın kariyeri boyunca eleştirel bir okumaya tabi tuttuğu Weber’in hukuk sosyolojisinde merkezi konumda olan Kantçı ikilikleri anlama ve dönüştürme çabası yatar. Olgular ve Normlar Arasında’da ele alınan en temel meselelerinden birisi ampirik olgusallık ile soyut geçerlilik arasındaki karşıtlığı dolayımlamayı amaçlayan yapısal bir çözümlemeyi, Weber’in sözleşme geleneğini ve modern doğal hukuk teorisini geride bırakan soruşturmasının yarattığı normatif boşluğun farkına vararak, post-metafizik bir çağda yeniden inşa etme fikridir. Habermas’ın politik mücadelesi Alman entelektüel geleneklerinde süreklilik gösteren karşıtlıkları; hukuktaki sözüm ona biçimsel unsurlara karşı maddi unsurlar, Rechtsstaat’a karşı Sozialstaat, yasal pozitivizme karşı doğal hukuk, devletin şiddet üzerindeki tekeline karşı direnme hakkını çözümlemesini gerektirir. Bu makale Habermas’ın her defasında bu ikilikleri aşmaya yönelik bir “sosyal cumhuriyetçilik tezini” hukuk devletinin temel ilkelerini reddetmeden geliştirdiğini iddia ediyor. Habermas’ın demokratik Sozialstaat savunusuna yönelik soruşturma ise beş alt başlıkta inceliyor: 1) Weber’in Ekonomi ve Toplum’da modern doğal hukuk kuramlarını nasıl revize ettiğini ve sosyal refah devletine yönelik çekincelerini anlamak, 2) Habermas’ın İletişimsel Eylem Kuramı’nda sistem/yaşam-dünyası teorisini hukuki terimlerle Weber’i aşacak şekilde ifade etme çabalarını açıklamak, 3) Olgular ve Normlar Arasında’da aşırı somut ve dar biçimsel alternatiflerin yetersizliklerini düzelten ve bunların aşırılıklarından kaçınan bir anayasal demokrasi kuramı geliştirme hedefini netleştirmek, 4) Elitist ve meşruiyet bakımından yetersiz hukuki yargılama süreçlerini aşan bir yargılama modelinin nasıl kurulduğunu tartışmak ve son olarak 5) Hukuk devleti ve refah devleti modellerini birbirine, ikisini de yıkmadan yaklaştırmanın bir stratejisini açığa çıkarmak. Sonuç olarak, yukarıda önerilen bu okuma modeli Olgular ve Normlar Arasında’yı, Habermas’ın politika felsefesinin Weberci rehabilitasyonları olarak anlamayı önermektedir.

Anahtar Kelimeler: Weber, Rechtsstaat, Sozialstaat, Habermas, ampirik olgusallık, soyut geçerlilik, sosyal cumhuriyetçilik, müzakereci demokrasi.

Özet

Bu çalışmada; Jacques Rancière’in siyaset anlayışı bağlamında, “siyasetin sonu” temasının nasıl işlerlik kazandığı ve özellikle Thomas Hobbes’un toplum sözleşmesi fikrinin bu tema etrafında nasıl okunması gerektiği üzerinde durulacaktır. Bunun için öncelikle Rancière’in çeşitli çalışmalarındaki “siyaset”, “polis”, “siyaset felsefesi” arasında yaptığı ayrımın ne anlama geldiği ele alınarak, onun siyaset ve felsefe arasında kurmuş olduğu uyuşmazlık, siyasetin sonu teması bağlamında incelenecek ve ardından eşitlik, özgürlük ve demokrasi kavramları doğrultusunda, Hobbes’un toplumsal sözleşme fikri okunmaya çalışılacaktır. Bu amaçla öncelikle Rancière’in çalışmalarında siyaset felsefesinin biçimleri arasında yaptığı ayrımların anlaşılması gerekir. Böylece Hobbes’un bu siyaset felsefesi biçimlerinden hangisinin altına yerleştiği de anlaşılacaktır. Ayrıca Hobbes’un siyaset felsefesinin Rancière’in siyaset anlayışı için bir başlangıç noktası olup olmadığı üzerindeki iddialar tartışılacak ve Hobbes’taki demokrasi ve eşitlik kavramlarının Rancière’in felsefesindeki kavramlarla uyuşup uyuşmadığı ele alınacaktır. Burada Rancière’in “eşitlik metodu” ve “eşitsizlik metodu” arasında kurmuş olduğu ilişki ile birlikte Hobbes’un demokrasi kavramının Rancière’in post-demokrasi kavramı ile arasındaki benzerlikler gösterilmeye çalışılacaktır.

Anahtar kelimeler: demokrasi, siyasetin sonu, dissensus, arkhi-politika, para-politika, meta-politika, post-demokrasi.

Özet

Bu makale Jean-Jacques Rousseau’nun “beden” [corps] , “bağ” [lien] ve “düğüm” [nœud] metaforlarını ele almaktadır. Bu metaforların, filozofun politik felsefesini kavramak açısından hangi yeri tuttuğu gösterilmeye çalışılmıştır. Jean-Jacques Rousseau’nun Du Contrat Social metnindeki genel irade, egemenlik, hükümet, yasa ve toplum gibi kavramlar, ilgili metaforların kullanımlarıyla anlamlarını zenginleştirmektedirler: “Halkın bedeninin iradesi”, “politik beden”, “beden olarak özneler”, “aracı beden”, “bu iki beden”, “devletin bedeni”, “hükümetin yapay bedeni”, “halkın bedeni”, “insanın bedeni”, “politik bedenin ölümü”, “ulusun bedeni” gibi kullanımlar bir yandan filozofun yaklaşımını salt “organizmacı” olarak nitelendirmenin indirgemeci bir değerlendirme olduğunu gösterirler diğer yandan da onun eşitlik ve özgürlük fikrinin güncellemek açısından hareket noktasını işaret ederler. Bu metaforların kullanımıyla filozofun devlet ve toplum arasındaki dolayımları ortaya koyan bir politik özgürlük teorisi geliştirdiği anlaşılmaktadır. Jean-Jacques Rousseau’nun normatif önerileri ütopyadan çok, politik gerçekliğin bir eleştirisi olarak belirmektedir. Beden, bağ ve düğüm metaforları bu gerçekliği kuşatma ve normatif düzlemi oluşturma stratejisini en az diğer kavramlar kadar görünür kılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Jean-Jacques Rousseau, beden, bağ, düğüm, metafor, politik felsefe.

Özet

Bu çalışmada, toplum sözleşmesi geleneğinde, Immanuel Kant’ın konumu ele alınacaktır. Toplum sözleşmesi Kant’ta, aklın bir ideası olarak karşımıza çıkar. Kant, “aklın ideasından”, toplum sözleşmesi ideasıyla ilişkili olan bir devlet fikrini anlamaktadır. Ahlâk felsefesinde ödeve merkezî bir rol yükleyerek, iradeyi yasa koymakla sınırladığı gibi, politik düşüncesinde de devletin, kendinde bir ödev olan dışsal bir ilişki şeklinde kurulduğunu savunur. Toplum sözleşmesi Kant için, ikincil ve türetilmiş olup, devletin kendi meşruiyetini gerekçelendirmesinde zorunlu olan ve kökeninde doğanın bulunmadığı, aklın bir ideasıdır. Anayasanın ve yasa koymanın yargılanmasını sağlayan standardı ortaya koymada işlevsel olup, Kant’ın eşit ve özgür ahlâkî varlıklar olarak tarif ettiği pratik öznelerin, devletin ve yasanın uygunluğunu yargılamasında etkin pay sahibidir. Böylelikle bu çalışmanın amacı; Kant’ın politik düşüncesi ve felsefesinin geneli açısından, bir toplum içinde, diğer insanlarla kendi görüşlerini ve yargılarını iletmek suretiyle yaşayabilen kamusal ve otonom bir varlık olarak insanı ele alışında, toplum sözleşmesi fikrinin uyumlu ve bütünlüklü bir sistemi meydana getirme imkânı üzerine bir soruşturma yapmaktır.

Anahtar Kelimeler: yasallık, yargılama, devlet, anayasa, cumhuriyet, otonomi, otorite, kamusallık, eleştirel düşünme, özgürlük.

Özet

Toplum sözleşmesi kuramı, insanların ortak iradeleriyle bir siyasal bütün oluşturmalarını ve kendi rızalarıyla meşru bir iktidara boyun eğmelerini anlatır. Toplum sözleşmesi kuramı, tarih boyunca farklı bağlamlarda farklı biçimler alsa da, sözleşme kavramının ideal olarak “şimdi ve burada” gerçekleşmesi nedeniyle gelecek kuşakların tabiyeti sorununu genellikle ihmal etmiştir. Bu ihmalde, kuşak kavramının genellikle diğer sosyolojik kategoriler tarafından parçalanan ve nadiren siyasallaşan bir kavram olmasının da etkisi büyüktür. Günümüzde hem kuşak kavramının hem de toplum sözleşmesinin giderek önem kazanması, bu ikisi arasındaki ilişkiyi tekrar gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır. Bu çalışma kapsamında bu ilişki, iki önemli sorudan hareketle ele alınmaktadır: “Bir kuşak, tarafı olmadığı bir sözleşmeye neden tabi olmalıdır?” ve “Siyasal, mali ve ekolojik yönleriyle farklı kuşaklar arasında adalet nasıl sağlanabilir?”. Bu sorular kalkış noktası olarak ele alındığında, işlevsel olarak tartışma, siyasal ve etik boyutların ayrılması üzerinden sürdürülmektedir. Siyasal boyut, siyasal tabiyet sorunu üzerinden irdelenirken etik boyut ise kuşaklararası adalet ve hak tartışmalarına dair kavramsal ve kuramsal araçlarla ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: toplum sözleşmesi, kuşak, hükümet ve cemiyet sözleşmesi, sözleşmeci ve sözleşmeselci etik, kuşaklararası adalet.

Özet

Tarih öncesi devirlerde insan topluluklarının yönetim şeklinin anaerki olduğu iddiası kapsamlı ve sistemsel bir biçimde ilk kez İsviçreli avukat ve Roma hukuku tarihçisi Johann Jakob Bachofen (1815-1887) tarafından dile getirilmiştir. Bachofen, bu iddiasını insanlık tarihinin de evrimsel bir gelişme ile ilerlediği görüşünden hareketle ifade etmiştir. İnsanlığın analık hakkından babalık hakkına, tensel hazdan rasyonel ilkelere, düzensizlikten sistemli oluşumlara, çok tanrılılıktan tek tanrılılığa doğru ilerlediğini düşünen Bachofen’a göre bu gelişmelerin temelinde toplumun analık hakkından vazgeçerek babalık hakkının üstünlüğünü kabul etmesi bulunmaktadır. Bachofen, düşüncesini temellendirmek için hukuksal bir zemin seçmiş, bu zemin üzerine inşasını mitik metinlerle oluşturmuş, aldığı klasik eğitimden istifade ederek eski Yunan ve Roma mitolojisini, tragedyaları kullanmıştır. Özellikle Aeschylus’ın Oresteia tragedyasının son oyunu Eumenides’e önem vermiş ve Eumenides’in sonundaki mahkeme sahnesiyle bir dönüşüm gerçekleştiğini ve bu dönüşümün toplumsal bir anlaşmaya işaret ettiğini ileri sürmüştür. Bu anlaşma eski ve yeni tanrılar arasında, insanlarla tanrılar arasında ve nihayetinde insanlarla insanlar arasında gerçekleşir ve analık hakkından babalık hakkına geçiş sürecini ortaya koyar. Bachofen’a göre bu geçişin esası düzensiz ve bireysel bir hak arayışından vazgeçilip kamusal bir hukuk sisteminin toplumsal kabulüdür. Bu çalışmada Bachofen’ın analık hakkı kuramı ele alınarak yazarın analık hakkından babalık hakkına geçiş sürecini Eumenides tragedyası üzerinden ortaya koyuşu incelenecek ve Eumenides’in sonundaki mahkeme sahnesini analık hakkından babalık hakkına geçişin toplumsal bir uzlaşı ve kabulün göstergesi olarak nasıl yorumladığı tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: analık hakkı, babalık hakkı, J. J. Bachofen, Aeschylus, Eumenides, Athena, Apollon, Orestes, Erinysler.

Özet

Rousseau düşüncesi, sözleşmeci geleneğin yasal düzeni temellendirme iddiasını üç noktada bozguna uğratır, öyle ki bu geleneği ters yüz eder diyebiliriz. Bunlardan ilki Jean-Jacques Rousseau’yu önceleyen sözleşmeci teorilerdeki doğal durum anlayışının reddedilerek, bu teorilerde öne sürülen doğal durum varsayımlarının aslında var olan yozlaşmış toplumsallığın gerçeğini yansıttığının gösterilmesidir. İkinci aşamada, yasaların kaynağı olan, onların meşruiyetini belirleyen ilke bireyler ve onların sözleşmeyle devrettikleri haklarından sözleşmenin kendisine doğru kayar. Diğer teorilerde toplumsallığın ilkesi, doğal durumda sahip olduğu hak ya da haklar gereği bireye gönderir, sözleşme, bu hakların, özellikle de yaşam ve mülkiyet hakkının güvence altına alınması amacına hizmet eden araçtır. Rousseau’da ise sözleşmenin kendisi eleştirel bir ilke halini alarak Immanuel Kant’ın kökensel sözleşmesine doğru evrilecek olan normatif çekirdeği sunar bize. Üçüncü ve son aşamada, Toplum Sözleşmesi’nde yurttaşlık kavramının yeniden yapılandırılması söz konusudur. İnsan, birey ve yurttaş arasında Hegelci diyalektik ilerlemeyi önceler bir biçimde kurulan ilişkinin çözümlenmesiyle, Rousseau’da yurttaşlık kategorisinin, yasama faaliyetinin ve yasaların öncesinde yer alan bir ortaklıktan, bir ilişkisellikten itibaren düşünüldüğünü, dolayısıyla sözleşmenin dinamik nitelikte bir yurttaşlararasılığı ifade ettiğini fark ederiz. Bir biçimde sözleşmeci geleneğin içinde yer alarak, ama geleneği adeta ters yüz ederek, modern pratik felsefe içinde kapanmaz bir ufuk açar Rousseau. Bu makale bu ufku anlamayı ve Rousseau’da “yurttaşlararasılık” olarak beliren sözleşme anlayışının günümüze kadar gelen izdüşümlerini açığa çıkarmayı amaçlıyor.

Anahtar Kelimeler: Rousseau, toplum sözleşmesi, yurttaşlık, özgürlük, eşitlik.

Özet

Bu makale sözleşme teorisi ve cumhuriyetçilik üzerine olan akademik yazında ihmal edilen bir konuyu incelemeyi amaçlıyor: Hannah Arendt’in ve Amerikan federalistlerinin cumhuriyetçi perspektiflerini karşılaştırmalı olarak tartışmak. Birbiriyle ilişkili iki meseleyi tartışmaya açıyoruz. Amerikan federalistlerinin ve Arendt’in 1) sözleşme teorisiyle kurdukları ilişkiyi ele almayı, 2) cumhuriyet ilkesini yorumlayış biçimlerini karşılaştırmalı olarak irdeleyerek temsili demokrasi konusundaki perspektiflerini ortaya koymayı amaçlıyoruz. İki temel argümanımızı şu şekilde özetleyebiliriz. Birincisi, federalistler bir yandan sözleşme teorisinin soyut ve rasyonalist anlayışını takip etmişler, pragmatik ve prosedürel bir bakış açısıyla bu geleneğe özgün bir katkıda bulunmuşlar, bir yandan da başta hafızasızlaştırma sorunu olmak üzere bir dizi problemi aynı düşünce ekolünden devralmışlardır. Arendt ise hipotetik ve tarih ötesi varsayımların sözleşme kavramının ontolojik kökenini olduğu kadar tarihsel boyutlarını da anlamamızın önünde bir engel teşkil ettiğini bize hatırlatmış, sözleşme teorisinin soyut ve rasyonalist yaklaşımına sözleşmelerin tarihsel boyutlarını ve devraldıkları siyasal mirasları vurgulayan bir ‘sözleşmecilik’le cevap vermiştir. Buna ilaveten sözleşme teorisinden Amerikan federalistlerine intikal eden iktidar ve anayasa kavramlarını sorgulamıştır. İkincisi, Arendt ve Amerikan federalistlerinin perspektifleri cumhuriyetçi siyaset felsefesinde iki önemli kırılma anını temsil etmektedir. Amerikan federalistleri temsili demokrasinin ilk sistematik savunusunu kağıda dökerken cumhuriyet ilkesini yurttaş katılımından tamamen koparmışlardır. Arendt ise cumhuriyet ilkesini yeniden etkin yurttaşlık pratiği bağlamına yerleştirmiş, tıpkı Rousseau gibi temsili demokrasinin radikal bir eleştirisini ortaya koymuştur. Asıl özgün katkısıysa cumhuriyet ilkesini bütünüyle kamusal katılımla özdeşleştirmiş ve etkin yurttaşlık pratiğinin (bir başka deyişle siyasal özgürlüğün) yerel düzeyden başlayan bir kurumsal örgütlenmeyi, “konsey sistemi” olarak adlandırdığı bir radikal demokratik ve konfederal katılım ağını gerektirdiğini öne sürmüş olmasıdır.

Anahtar Kelimeler: Arendt, Amerikan federalistleri, cumhuriyetçilik, sözleşme teorisi, temsili demokrasi, konsey sistemi, federalizm ve konfederalizm, demokrasi teorisi, modern siyasal düşünce, çağdaş siyaset felsefesi.

Özet

Modern politika felsefesinin başlangıcına yerleşen sözleşme kuramları, kendisinden önceki politik tasavvurun kimi kodlarını yıkan yeni bir toplumsallık tahayyülüyle doğmuştur. Bu politik kodlardan en önemlisi meşruiyetini özellikle ilahi yasaya veya kutsal metinlerin babalık ve soy hakkına dayandıran ataerkil mutlakiyetçi iktidar anlayışıdır. Sözleşme kuramlarıyla birlikte, kaynağını aşkın ve mutlak güç veya güçlerden alan iktidar yerini eşit ve özgür insanlar arasında yapılan anlaşmadan alan yeni toplumsal-politik ilişkilere bırakır. Ne var ki devletin ve toplumun kökenine, işlevine ve meşruiyetine ilişkin bu yeni anlayış dayandığı bireysellik, eşitlik ve özgürlük kavramları bakımından gerek sosyalist gerek feminist kuramlarca eleştirilmiştir. İşte bu çalışmada, her ne kadar birbirinden tümüyle kopuk olmasa da, bu eleştirilerden yalnızca feminist perspektifin sunduklarına odaklanılacaktır. Zira feminizmin sözleşme kuramlarına yönelik güçlü ve etkili iddiası, fiziksel gücü, rasyonel kapasitesi ve izole karakteriyle bu kuramların tam merkezine yerleşen birey anlayışının eril olduğu, dahası toplumsal sözleşmelerin varlığını ve karakterini belirleyenlerin de geleneksel iktidardan farklı olarak artık babalar değil, erkek kardeşler olduğudur.

Anahtar Kelimeler: cinsel sözleşme, toplumsal sözleşme, ataerki, birey, özgürlük, eşitlik.

Özet

Ahmet Midhat Efendi (1844-1912), 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde eserler veren velut bir yazardır. Yazarlığının yanı sıra gazetecilik ve yayıncılık yapan Ahmet Midhat, çevirileriyle de Osmanlı düşünce ve edebiyat dünyasına katkılarda bulunmuş ve çeşitli alanlarda ilklere imza atmıştır. Kendi çıkardığı İttihad gazetesinde 1876 yılı itibariyle ünlü Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’nun Contract Social yapıtını Mukavele-i İctimaiyye olarak Türkçeye tercüme etmiştir ve bu tercüme Türkçedeki ilk Jean Jacques Rousseau çevirisidir. Ancak siyasî müdahaleler sebebiyle çevirisini yarıda kesmek zorunda bırakılmış ve bir müddet sonra Rodos’a sürgün edilince çalışması natamam kalmıştır. Dönemin çeviri anlayışına uygun olarak sadece tercüme yapmayan Ahmet Midhat Efendi, yaptığı tercümelerin içinde gerekli gördüğü yerlerde “izah ve icmal” diyerek metni şerh etmiş ve kendi didaktik tarzına uygun bir şekilde metni Türk okuyucusuyla buluşturmaya çalışmıştır. Bu çalışmada Ahmet Midhat’ın Kontrasosyal çevirisi, Türk siyasal düşüncesine sunduğu kavramsal katkısı bağlamında ele alınmaya çalışılacak; Walter Benjamin ve Jacques Derrida’nın çeviri ve metin düşüncelerinden hareketle Ahmet Midhat’ın çeviri ve çevirideki şerhlerinin Osmanlı siyaset düşüncesine etkisi tartışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Ahmet Midhat Efendi, toplum sözleşmesi, çeviri, yapısöküm, siyaset felsefesi.

Özet

Bu çalışmanın amacı, erken modern düşüncenin politik ve hukuki ürünü olan sözleşmecilik kavramının, 17. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkmasının tesadüf olmadığını Thomas Hobbes ve John Locke’u merkeze alarak göstermektir. Sözleşmecilik düşüncesini doğuran felsefi gelişim, Avrupa’ya atfedilen rasyonel gücün keşfinden kaynaklanmadığı gibi, sadece İngiltere’nin iç siyasi dinamikleriyle açıklanabilecek bir gelişim de değildir. İngiltere 17. yüzyılda yıkıcı bir iç savaş ve bir dizi cumhuriyetçi girişimin ardından monarşinin yeniden yapılandırılması ve nihayet anayasal bir devrimle kapanan politik bir türbülanstan geçmiştir. Ancak sözleşmecilik düşüncesini daha iyi anlamak için adanın içinden çok dışına, Yeni Dünya’ya bakmak gerekir. Bu nedenle, kapitalizmin İngiltere’de köklenmesini takip eden dönemde, İngiltere’nin dışındaki politik deneyimlere postkolonyal bir perspektiften yaklaşarak, bu deneyimlerin Hobbes’un ve Locke’un felsefeleriyle nasıl bir ilişkiye girdiğini tartışacağım. Bunu yapmak için ilk önce Hobbes’un doğal durum anlayışını, özellikle Amerikan yerlileriyle özdeşleştirdiği sürekli savaş kavramına bakarak ele alacağım. Daha sonra Locke’un mülkiyet anlayışının, onun politik değil epistemolojik bir kavram olarak düşündüğü kişi özdeşliği ile çok ince bir biçimde uyumlu olabildiğini göstereceğim.

Anahtar Kelimeler: Hobbes, Locke, Amerika, toplum sözleşmesi, postkolonyalizm.

Özet

Günümüzde insan hakları söylemi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıyadır ve bu krizi derinleştiren kimi açmazlar söz konusudur. Haklar zaman zaman bireysel ve toplumsal pratiklerden bağımsız, soyut evrensel ilkeler olarak kabul edilirken zaman zaman da belirli bir insan doğası varsayımına dayandırılmıştır. Toplum sözleşmesi etrafında şekillenen modern doğal hukuk teorilerinin arka planını oluşturan insan doğası, doğa yasası ya da Tanrı yasası gibi kavramlarla temellendirilen insan hakları anlayışı düşünsel ve vicdani çeşitliliği fazla olan günümüz toplumlarının sorunlarına çözüm üretmede yetersiz kalmaktadır. Bu yazıda insan hakları sorununa sözleşme geleneğinin ötesinde bir bakış açısı sunulmaya çalışılmaktadır. İnsan hakları ancak pratik bir edimle varlık ve anlam kazanabilir. Hakların temelini oluşturan evrensel bir ahlak yasası, evrensel bir öz ya da insan doğası belirlemelerine başvurmayan ve bu anlamda metafizik olmayan bir haklar politikası geliştirmenin mümkün olup olmadığı bu yazıda cevabı aranan temel sorudur. Bu soruya cevap aranırken bir taraftan doğal hukuka içkin insan doğası anlayışı reddedilmekte diğer taraftan hakları sadece yazılı kurallara indirgeyen hukuki pozitivizme de mesafeli yaklaşılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Toplum sözleşmesi, insan hakları, etik, pratik, politika.

KİTAP İNCELEME

Carole PATEMAN. Cinsel Sözleşme. Çeviren Zeynep Alpar. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2017. 346 sayfa.

Ertan Kardeş (Editör). Çağımız ve Thomas Hobbes. İstanbul: Vakıfbank Kültür Yayınları, 2021. 286 sayfa.